Medya Konuşmaları XIX: Bir Radyo Programı, "Halkın Sesi"

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Bugün iki konuğumuz var NTV Radyolar Yönetmeni Barbaros Devecioğlu ve “Halkın Sesi” programının hazırlayıcısı, sunucusu Sedat Küçükay. Hoş geldiniz. Medya Konuşmaları’nda bizi en çok ilgilendiren konulardan bir tanesi radyo, radyo haber programları ne ölçüde başarılı sizce?

 

Barbaros Devecioğlu: NTV Radyo bir haber radyosu, Halkın Sesi dışında NTV televizyonunun hazırladığı 15-20 dakikalık haber programlarını, gün içinde zaman zaman kullanıyoruz. Halkın Sesi tamamen radyoya özel bir haber programı olarak tasarlandı, ve öyle başladı. NTV Radyo, NTV Televizyonu ile bazı bağlar kurmak mecburiyetinde, bazı şeyleri ortak yayınlamak mecburiyetinde, bunun bir sürü sebebi var, ama Halkın Sesi bunlardan tamamen farklı, sadece radyo için düşünülmüş bir program. Halkın Sesi ile ilgili ilginç bir şey oldu; radyo için düşünülmüş ve radyoda uygulanılmış bir program ilk defa, televizyona da adapte edilmeye çalışıldı, ama başarılı oldu mu ayrı bir mevzu.

 

ÖM: Başlarken bu kadar etkili olacağı konusunda bir fikriniz var mıydı? Bence çok etkili.

 

BD: Bence de çok etkili, yalnız bir tür itirafım olacak, bu NTV Genel Müdürü Cem Aydın’ın fikriydi ve ben o zaman karşı çıkmıştım, “olmaz bu” dedim. Yeterince inançlı değildim, ama sonra, ben dahil herkes gördü ki, ben yanıldım ve program çok başarılı, bence de çok etkili. “Başarılı” demek yanlış aslında, “etkili” demek lazım dediğiniz gibi.

 

ÖM: Habercilik başlı başına pahalı bir iş, dolayısıyla kaçınılmaz olarak televizyonla ortaklık kurmak ve onların olanaklarından yararlanmak gerekiyor. Halkın Sesi özellikle interaktivitesiyle  çok farklı bir yere ulaşıyor. Biraz macerasını, gelişmesini anlatır mısın?

 

BD: Programa dinleyiciler telefonla katılıyorlar ve biz genellikle bir ya da iki konuk alıyoruz ve ilk başlarda, programa başladığımız aylarda bir konuyu bir hafta sürdürüyorduk, çünkü baştan öyle düşünmüştük. Daha sonra bundan vazgeçtik, şimdi bugünlerde bir konu sadece bir programda yayınlanıyor. Bizim bir hibritimiz var, 6 tane de telefon hattımız var pbx’li.

 

ÖM: Hibritten kasıt nedir, dinleyicilerimiz anlamayabilirler.

 

BD: Telefon konuşmasını radyodan yayınlamaya yarayan aygıt. Programda konukla beraber biraz mevzuyu açıp konuştuktan sonra, “şimdi dinleyicilerimize dönelim” diyoruz ve dinleyicilerimiz arıyorlar. Tabii bir çoğu bunu bilmiyor, bizim orada asla bir sıralamamız yok, kim önce arıyorsa o birinci sırada oluyor. Önceden bir seçmemiz, önceden şu arasın, şu aramasın filan diye bir dahlimiz yok, böyle bir şey hiç yapmadık şimdiye kadar. Bir iki istatistiki bilgi vereyim, yayında konuşan dinleyici 14 binin üzerinde şimdiye kadar, arayanların sayısı yaklaşık 30 bin, programa katılan konuk sayısı 1900, bugüne kadar yayınlanan program adedi de 960.

 

ÖM: Ne zamandır devam ediyor?

 

BD: 5 yıl oldu. Yazları 1-1,5 ay tatil veriyoruz, onun dışında haftanın beş günü devam ediyor çok olağanüstü şeyler olmazsa.

 

ÖM: Bir ara, bir de Anadolu’ya geçmiştiniz, o devam ediyor mu?

 

BD: Halkın Sesi 2 yıldır Anadolu’da devam ediyor, haftada bir veya iki gün Anadolu’nun çeşitli yerlerinde canlı yapıyoruz programı,. Mesela turizm ile ilgili Antalya’da, tarımla ilgili Adana’da oluyor. Tabii Anadolu’da yayın yapacağımız yerin seçim konusunda koşullar bizi zorluyor, her yere gitme şansımız yok, yayın açısından teknolojik olarak kısıtlar var, ADSL olan yerlere gitmeyi tercih ediyoruz, daha eski bir teknoloji var, onu da kullanabiliyoruz ama bazı yerlere hiç gitme şansımız yok. Halkın Sesi’nin bir ihtimal bir TIR sahibi olma ihtimali var. O TIR’ı canlı yayın aracına dönüştüreceğiz, o zaman istediğimiz yerden yayın yapabileceğiz. Böyle bir şey yaparsak çok iyi olacağını düşünüyorum.

 

ÖM: Bu aslında her radyocunun hayalinde olan, pahalı olduğu için de bir türlü yanaşamadığı bir şey. Şimdi biraz Sedat Bey’e dönelim. Başlarken siz, sadece sunucu olarak mı başladınız, yoksa konuların seçimi ve programın formatı konusunda ne kadar söz sahibiydiniz?

 

SK: Ben de bir itirafla başlayayım; ben aslında oradan geçiyordum, yani niyetim böyle bir program yapmak değildi gerçekten de. Cem Aydın’ın fikriydi, ben de Cem Aydın’la başka bir proje üzerinde konuşmaya gelmiştim o gün. Bana, “radyoda böyle bir şey yapar mısın?” dedi, ben de “yapmam” dedim. “Niye? Çok güzel bir şey olacağını düşünüyorum” dedi.

BD: Ama ben sizin kadar olumsuz yaklaşmadım, “yapalım, ama olmaz” dedim.

 

SK: Ben “yapmam, çünkü radyoyu tanımıyorum” dedim, “hayatımda radyoda bir şey yapmadım, sadece dinliyorum.”

 

SK: Sonra projeyi anlattı ve “olur, yapalım o zaman” dedim. Tabii o zaman Barbaros’la tanışmıyorduk, NTV Radyo’yu tanımıyordum. Benim için yeni bir ekipti ve başladık. Doğrusu böyle bir tepki alacağımızı, böylesine bir etki olacağını biz de düşünmüyorduk. Barbaros da ben de bir şeyi göremedik, halkın konuya yaklaşımında inanılmaz bir dürüstlük var. Belki bütün medyada, medyayı da böyle suçlamak doğru değil, ama medya o saflığı yitirdi, ağzımıza geldiği gibi söylemeyi bilmeyi yitirdik çeşitli nedenlerden dolayı. Bu programın diğer programlardan farkı o oldu. Barbaros telefonları nasıl verdiğimizi anlattı, bir şey daha var eklemek istediğim; asla üçüncü şahıslara hakaret düzeyine varan bir konuşma olmadıkça, RTÜK’ün yayın ilkeleri dışında bir şey olmadıkça, konuşmaları kesmiyoruz. Çünkü o insanların söyledikleri bize çok yanlış da gelebilir, çok saçma da gelebilir ama çok içten söylenen şeyler, biz buna inanıyoruz. Bence programı biraz farklı yapan, dinlenebilir yapan, bu kadar sürmesine neden olan da bu sadeliği olsa gerek.

 

ÖM: Bana göre demokratikleşmeye hizmet eden bir formatı var. Pek çok fikrin aynı anda tartışılıyor olması, ortalama vatandaşların kendi kaderleri ile ilgili olarak seçme haklarını doğru kullanabilmeleri için bilgilerinin yükseltilebilmesine olanak tanıyor, bu açıdan gerçek bir haber programı niteliğini de taşıyor. Benim şöyle bir gözlemim var, Lübnan’da, Ortadoğu’da büyük bir yangın var, sayısız, sınırsız görüntü ve haber geliyor, ama ABD’de ve İsrail’de radyo ve televizyonlar bu görüntüleri ve bu olayları yansıtmıyorlar.

 

SK: Biz ne kadar yansıtıyoruz?

 

ÖM: El Cezire ya da Arapça konuşan dünya olup bitenlere daha yakın bir tabloya sahip olabiliyor. Bu tarz etkileşimli diyebileceğimiz programlarda, siz doğrudan doğruya o gün canlı yayınla bağlandığınız için pek çok insan aracılığı ile, olup biteni çok daha canlı bir temas kurarak yansıtma imkânına sahipsiniz. Bu açıdan bence bulunmaz bir formatı var programın.

 

BD: Buna benzer önceden seçilmemiş, o anda telefon bağlantısı ile fikrini beyan eden insanların katıldığı bir televizyon ya da radyo programı yok Türkiye’de.  Telefon geliyor ve biz kim olduğunu bilmiyoruz, ilk arayanı birinci sıraya alıyoruz ve sesini veriyoruz. Halkın Sesi dinleyicisinin bu formata intibak etmesi biraz zaman aldı. Mesela ilk bir kaç program, çok az telefon geldi, sonradan telefonların sayısı arttığında “inanmadık” dedi dinleyiciler haklı olarak, hakikaten de inanılacak bir şey değil bir taraftan da.

 

ÖM: Bu çok önemli bir nokta, çünkü çeşitli kamuoyu yoklamalarında ortaya çıkan medyaya güvensizliğin de bir göstergesi.

 

BD: Lübnan-İsrail meselesine benzer büyük meseleler ya da memleketle ilgili önemli meseleler, o gün büyük gazetelerin manşetlerinde yazan şeyler ve manşetlerden bir şekilde ittirilen şeyler hakkında konuşuyoruz. Bizi arayan dinleyicilerin genel olarak söylediği şeylerle onlar arasında büyük fark oluyor. Manşetten ittirilen şeyle halkın düşündüğü şey arasındaki farkı biz 5 yıldır görüyoruz.

 

ÖM: Bu son derece önemli bir bilgi.

 

BD: Irak’a Amerikan saldırısı başladıktan sonra bir Ortadoğu programı yaptık, bir hafta sürdü.

 

ÖM: Gayet iyi hatırlıyorum.

 

BD: Onu cd’ye basıp dağıttım NTV’de. Çünkü günlük gazeteler ya da televizyonlar ile onun arasındaki fark gerçekten feciydi.

 

ÖM: Bence hayati önemde bir nokta bu, ben eski kuşak mensubu olarak hâlâ demokrasinin kamuoyunun istekleriyle belirlendiğini düşünenlere aitim. Biraz unutuldu bu ama, Irak’ın işgal ve istilası %90’ın üzerinde karşı çıkan halka rağmen yapıldı, bunu gayet iyi hatırlıyoruz, pek demokratik sayılmazdı ve kaale alınmadı. Bu söylediğiniz son derece önemli, Türkiye’de özellikle tezkere tartışmalarını çok net hatırlıyorum, medyanın hayati bir önemi vardı, en azından kendi payımıza düşeni burada yapmaya çalışıyorduk Açık Radyo olarak. Sıradan vatandaş ile politik dünya arasındaki korkunç fark ortaya çıkıyordu. O yüzden Halkın Sesi gibi bir programın demokrasiye çok önemli bir katkıda olduğunu ben abartma pahasına söyleyeceğim.

 

BD: Bence dinleyicilerin bir çoğu sizin gibi düşünmüyordu, siz “ben eski nesle mensubum” demiştiniz, artık emin olun ki böyle düşünülmüyor. Beş yıldır bu programda insanların konuşmasından duyduklarımdan sonra, şimdiye  kadar, son 50 yıldır bize bize sunulan Batı’nın değer yargıları, normları, ahlak çizgilerine artık inanmıyorlar. En azından Türkiye’de Halkın Sesi’nde yayınında çıkan insanların %90’ı buna inanmıyor emin olun.

 

ÖM: Kendi kanaatinin hükümet politikalarına dönüştüğüne inanmıyor değil mi?

 

BD: Yok, ben aslında farklı bir şey söylemeye çalışıyorum; mevcut duruma inanmıyor, demokrasiye de inanmıyor. Aslında “mesele artık demokrasi değil”, diye bakıyor neredeyse diyebilirim. Amerika’da çok yaygındır, internet sitelerinde, radyo programlarında, gazetelerde, dergilerde, bir süredir çok ciddi biçimde, inanılmayacak komplo teorilerine inanan insanlar çıkmaya başladı. Halkın Sesi yayınlarında bunu ben de fark ediyorum, telefonlardan. Ortada büyük ciddi bir rahatsızlık var. Bence çok ümit kırıcı bir durum.

 

SK: Demokrasi diğer ülkelerde nasıl uygulanıyor bilmiyorum, ama Türkiye’deki uygulanışına baktığımızda ciddi bir monolog var, diyalog falan yok. Yani politikacılar halkla konuşuyorlar ama sadece konuşuyorlar, onlardan gelen sesleri bana sorarsanız çok duymuyorlar, duymak da çok işlerine gelmiyor veya belirli dönemlerde dinliyormuş gibi yapıyorlar. Halkın Sesi’nde de aynı formatın geçerli olduğu düşünüldü, ama biz gerçekten çok saf, çok rahat yaklaştık ve bir müddet sonra dinleyiciler çok rahat ifade etmeye başladılar düşüncelerini. Başlangıçta günde 60 civarında telefon geliyordu, sonra zamanla baktık ikinci, üçüncü senede, 12’ye kadar düştü. “Nasıl olur? Hem ilgi artıyor ama yayına aldığımız telefon sayısı azalıyor”  diye düşündük, sonra bir inceledik ki, başlangıçta dinleyici geliyor, “hocama bir sorum var” diyor bir cümle ile soruyor sonra “teşekkür ederim” diyor kapatıyor ve çok ürkek. İkinci, üçüncü sene, arayan 3 dakikadan önce bırakmıyordu, çok rahat konuşmaya başladılar. Çünkü gerçekten söylediklerinin yayınlandığını gördüler. Söylediklerini karşısındaki insanların veya stüdyodaki uzman kişinin çok ciddi şekilde yanıtladığını gördüler. Daha ileri gidip şunu söyleyeceğim; insan yerine konulduğunu, söylediklerinin bir anlamı olduğunu, ona bir değer verildiğini anladılar. Bence programın en önemli katkısı oydu. Sonra biz konuşmaların süresini kısmak zorunda kaldık. Bir dakika ile sınırlandırdık daha çok insan konuşsun diye. Ama bu programın yaptığı, daha doğrusu NTV radyonun yaptığı kesin bir şey vardı; her söyleneni ciddiye aldık. Her söylenenin dinlenmesi gerektiğini anladık. Biz pek çok şeyi kestirebildik, nedeni de dinleyicilerimizin görüşünü dinlememizdi. Mesela, genel seçimlerin sonucunu hemen hemen bildik, belediye seçimlerini hemen hemen bildik.

 

ÖM: Kamuoyu yoklaması yapar gibisiniz çünkü.

 

SK: Evet, kamuoyu yoklamasıydı. “Şöyle olacak” diyorlardı, “hayır öyle olmaması lazım çünkü halk öyle demiyor” diyorduk. Gerçekten öyle veya böyle, yönlendirmelerle de olsa bir şeyi eğer ortaya koyan halksa, biz orada gösteriyorduk meseleyi.

 

ÖM: Bir diyalog ortamı olması açısından çok önemli. Programa katılarınlar genel olarak sorunları çözmekte ne tip önerilerde bulunuyor? Kamu yararına çözümleri çoğunlukta mı?

 

BD: Aslına bakarsanız dinleyiciden çok fazla çözüm önerisi gelmiyor, fakat bu açıdan bakmak çok doğru değil bence, diyelim ki işsizlik konusunu konuşuyoruz, sık sık konuşuruz, muhakkak konu ile ilgili bir bakanlık veya bir üst düzey bürokrat yayınımıza konuk olarak, en azından telefonla katılır. Bir de bu konuyla ilgili araştırma yapmış bir öğretim görevlisi ya da bu konuyla ilgili yazılar yazmış bir gazeteciyi alıyoruz. Bizim konuklarımız hemen hemen 5 yıldır daima bu tip konuklar. Hükümet yetkilisi, bürokrat, “biz şu önlemleri aldık, düzelecek” der, gazeteci “hayır düzelmedi” der.

 

Profesör ya da doçent de Türkiye’nin nasıl önlemler alması gerektiğini söyler. Dinleyci aslında bunları dinliyor, dinleyici bir öneride bulunmuyor, fakat şunu görüyoruz; dinleyici aslında kimin ne söylediğinin, kimin doğru söylediğinin çok farkında.

 

ÖM: Dinleyici politik retorikleri, palavraları da yemiyor.

 

BD: Asla.

 

SK: Tabii çoğunluk konuşulanların söylediği üzerinden gidiyor, yani “hocama katılıyorum” veya “katılmıyorum” diyor “öyle, ama hiç de öyle değil” diye bu açıklığı gösteren çok dinleyici var. Orada konuşan bir profesör diye körü körüne “mutlaka söylediklerinde bir muhteşemlik vardır” gibilerinden de susmuyor. Yani “inanmıyorum” diyor, hatta daha ileri gidip başka şeyler söyleyenler de oluyor. İlk başlardaki konuklarımız ciddi bozuluyorlardı buna ama şimdi alıştılar, Halkın Sesi’nin konukları da biraz daha azimkâr oluyor diğer medyada yer alan konuklara göre. Ama dinleyicilerimiz çözüm istiyorlar, bu kesin, yani “biri öyle demiş, öbürü böyle demiş, artık onlar bizi ilgilendirmiyor, artık şu meseleyi çözün” diyorlar. Çok da haklılar, orada oturup “öyle mi yapalım, böyle mi yapalım, sağa mı eğilelim, sola mı eğilelim?” derken adam üç kuruşa, beş kuruşa aç yaşıyor. Bu abartılarak söylenen bir şey değil, böyle bir sürü insan var ve bu insanlar da dinliyor programı. Mesela ilaç konusunu konuşuyoruz, sağlıkta kısıtlama, vs. adam ilacını alamamış ve yayına çıkıyor, düşünsenize tepkisini, “ne yaparsanız yapın, çözün bunu, benim bu ilaca ihtiyacım var” diyor. Bu adamın bir çözüm önerisi olabilir aslında bir öneri beklenemez ondan, daha çok konuya nasıl baktığını, ne istediğini çok açıkça görüyoruz ve bunu açıkca dile getiriyor zaten insanlar.

 

ÖM: “Devlet buna muhakkak bir çözüm bulsun ne olursa olsun” anlamında değil değil mi?

 

SK: Hayır.

 

ÖM: Totaliter diyebileceğimiz bir yanı yok değil mi?

 

SK: Hayır yok. Söylediğim, “ne yapın yapın çözün” derken, “laf üretmeyi bırakın, yani politika yapmayı bırakın” demek istiyor. “Öyle olmuş, böyle olmuş, vs. geçin”, bunun için illa totaliter bir rejimde olmamız gerekmiyor, bunun çözüm yolları var, isterseniz var. Bugün isterseniz Türkiye’de sağlık sorununu bitiremez misiniz? Bitirirsiniz. Bunu hükümet programında önemli bir yere koyarsınız, sağlık harcamalarına daha çok pay ayırırsınız. Sizin hükümet politikanızda, devlet politikanızda gerçekten bu işin üstesinden gelmek gibi bir niyet varsa, hele Türkiye gibi bir ülkede, üstesinden gelinemeyeceğine inanmıyorum. Yeter ki bunu politikanız olarak önünüze koyun. İnsanlar artık bunun farkındalar, çözmek istiyor musunuz, istemiyor musunuz, yoksa gitmek istediğiniz yön nedir bunu çok iyi anlıyorlar.

 

BD: Biz sayısız konu konuştuk, arada bir futbol konuşuruz. Türkiye’de, hele maçlar oynanırken, lig devam ederken futbol en büyük mevzu denir ya.

 

ÖM: Futbol ve siyaset, herkesin en iyi bildiği iki konudur.

 

BD: Farklı bir durumla karşı karşıya kaldık, biz futbol konuştuğumuz zaman telefon sayısı çok az, kızıyorlar ve 2-3 sefer dinleyici bizi ikaz etti “herkes konuşuyor, siz de futbol konuşmayın” diye. En yoğun ilgiyi, yanılmıyorsam tezkere zamanı ya da Amerika’nın Irak’ı işgali sırasında yaptığımız Ortadoğu programlarında aldık. Bu konu, 5 yıldır en yoğun telefon ve tepki aldığımız konuydu Halkın Sesi programında.

 

Kendisinin ve çocuklarının geleceğini ne denli ciddiye aldığını ve bu meseleye nasıl yaklaştığını gösteren çok önemli bir gösterge bence.

 

ÖM: Bu çok önemli bir tespit. Genellikle konunun uzmanı bir bürokrat ya da akademik olarak uzman diyebileceğimiz kişileri konuk alıyorsunuz ve onlara yöneltiliyor sorular. Burada ilginç bir nokta da, konuğun soruları önceden bilmeden orada cevaplamak zorunda kalması; bu “uzman” dediğimiz konuklar açısından da farklı bir durum yaratıyor doğrusunu isterseniz. Önceden hazırlanmış, cevapların kolay kolay devreye sokulamayacağı gibi bir izlenimim var.

 

BD: Başlangıçta çok şaşırdılar konuklarımız, ama şimdiye kadar, “ben bir daha bu programa gelmem” diyeni hiç hatırlamıyorum, çünkü hoşlarına gitti; hakiki bir şey aslına bakarsanız, işini bilen bir insanın hoşuna gider nihayetinde. Hakiki insanlar, hakiki sorular soruyor onlara, onlar da hakiki cevaplar veriyorlar, o soruların devamında bazı tartışmalar bile olabiliyor, bu iyi bir şey. Kendini bilen bir insan burada bulunmayı tercih eder diye düşünüyorum. Çünkü dinleyici de çok efendi, onu belirtmem lazım. Delay cihazı*, telefon hibritinin hemen yanında duruyor, istersem  yayını 8 saniye geciktirmek elimde, hemn kesebilirim. Bunu şimdiye kadar 5 yılda 5 kere falan yaptık.

 

ÖM: Son derece önemli.

 

BD: Buna kimse inanmadı NTV’de, bence bu inanılmaz.

 

ÖM: O zaman, daha önce söylediğiniz, “aslında demokrasiye inanmıyorlar” genel kanaatine biraz aykırı değil mi?

 

BD: Batı demokrasisini kastetmiştim ben.

 

ÖM: Yoksa benim başından beri edindiğim kanaat buydu, yani son derece demokratik bir platforma hizmet eden bir program.

 

SK: Aslında, Barbaros, Irak’a götürülmek istenen demokrasiye inanmadıklarını söylemek istedi! Demokrasilerin çeşitleri de artınca tabii karıştırmaya başladık!

 

ÖM: “Kimse gelmeyeceğim” demedi, ben kendisi gelmek isteyen de birini hatırlıyorum! Küresel iklim değişikliği, küresel ısınma meselesi ile ilgili, küresel ısınma eylemi sırasında, sizi arayıp “ne olur beni de alın, bunu paylaşalım Halkın Sesi’yle” dediğimde, tereddüt bile etmeden çağrıldım, büyük bir keyif aldığımı da söylemek istiyorum. Bir kaç da ilginç örnek bekliyoruz sizden.

 

SK: İki sene yaptığımız Anadolu turnesini söylemekte yarar var, bu hafta son haftası, onu da turnede geçireceğiz. O turnenin çok ilginç bir çıkışı var; biz hep İstanbul kaynaklı yayın yapıyoruz, İstanbul’dan konuk alıyoruz, İstanbul’dan telefon alıyoruz, ama İstanbul’un dışında da gerçekten çok konuşabilecek, sözü olan insanlar var. “Biraz da onları konuşturalım” diye düşündük, “onları buraya getiremeyeceğimize göre biz gidelim” dedik. İkincisi de, “yerelden genele gidelim, mesela Trabzon’a gidelim, Trabzon’un o yerel sorunları neyse işleyelim, onun Türkiye’ye yansımasına bakalım” diye düşündük ve bunu yaptık. Her hafta bir yere gittik, Diyarbakır’a gittik, Edirne’ye gittik, Trabzon’a gittik, Antalya’ya gittik, gitmediğimiz yer kalmadı gibi. Programa katıldıkları zaman, mem şehir halkının hem de konuk ettiğimiz kişilerin büyük şaşkınlığı ile karşılaştık. “İstanbul’dan mı geldiniz?” diyorlar, “Evet, İstanbul’dan geldik”, “Burada yaşamıyorsunuz değil mi, İstanbul’da yaşıyorsunuz?”, “Evet, sabah uçağı ile geldik”, “Akşam burada mı kalacaksınız?”, “Yok döneceğiz akşam, çünkü yarın sabah program var”, “Sadece bunun için mi geldiniz?” şeklinde konuşmalarımız oluyor. Bir radyo programının onların yanına gelip 2 saat program yapıp dönmesine gerçekten inanamadılar. Çünkü ciddi bir alet, edevat, teçhizatla gidiyorsunuz, oraya kuruyorsunuz, orada bir küçük stüdyo oluşturuyorsunuz. Burada arkadaşlarımızın maharetini de anmak lazım, müthiş şeyler kuruyorlar, oradan yayın yapıyorsunuz. “Benim hiç aklım ermiyor, ben bunu şimdi konuşunca sesim mi gidecek?” diyor. “Konuş abi, gider” vs. diyorlardı. İlginç şeyler yaşadık, mesela Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü sırasında Çanakkale’ye gittik, oradan yayın yaptık Mayıs ayında. Tam yayına giriyoruz, 1-2-3 saydık, elektrik gitti, bulunduğumuz binanın elektriği gitti. Öyle kaldık. Sabahleyin oraya gitmişsiniz, 6 saat beklemişsiniz yayın saatini, buz gibi bir yerde, yayına giderken elektrik gidiyor. Ve pille yayın yaptık. Yani Volkan Üst’ün kulakları çınlasın, NTV radyolar operasyon müdürü, o bir şeyler yaptı kutunun içine, piller koydu, “Konuş abi” dedi ve çalıştırdı. Çanakkale’den İstanbul’a pille yayın yaptık iki saat.

 

BD: Ben telefonun öbür ucunda bağırıyordum, “halledin bunu!”

 

SK: Böyle inanılmaz şeyler de yaşadık.

 

BD: Bizim enteresan dinleyicilerimiz var, hiç karşılaşmadık ama artık bir dost olduk, neredeyse. Mesela bir dinleyicimiz var, bize sürekli faks göndermeye başladı önce, uzun uzun fakslar, ama faksları postaneden çekiyor. Sonra yayına çıktı, ben farks gönderen kişiyle aynı dinleyici olduğunu ikinci, üçüncü çıkışında anladım, çünkü fakstan bahsetti, sonra yayında bana fırça attı “beni niye konuşturmuyorsunuz” diye. Bir dakika konuşulacağını söyledim. Bugünlerde de hemen hemen her programda bir kere arar, her zaman “konuşmam 60 saniye sürecek” der başında, yazmış, hesap etmiş, saate bakmış, 60 saniye konuşur, “konuşmam burada bitmiştir” der ve kapatır.

 

ÖM: Söyleyeceğini söylemek istiyor.

 

BD: Hem de bağırarak söylüyor. Bir de biz ne konuşursak konuşalım o aynı şeyi söylüyor. Öyle bir dinleyicimiz daha var, biz ne konuşursak konuşalım olayı 28 Şubat’a bağlıyor. Bizim saygımız sonsuz, ama bir ara aramızda konuştuk, “acaba bu konuyu da 28 Şubat’a bağlayabilir mi?” diye ve bağladı, inanamadık.

 

ÖM: Ciddi bir saplantı olmuş, önemli bir yara da açmış herhalde? Çok anti demokratik bir şeydi tabii.

 

BD: İzmir’den bizi arayan yatalak bir dinleyicimiz var, yatalak olduğunu sonradan öğrendik. Emekli bir öğretmen ve aslında hep 1 dakikadan uzun konuşmak ister ama çok efendi bir dinleyici olduğu için hep 1 dakikada keser. İzmir’de programa gittiğimizde akrabalarına, “beni götürün, görmek istiyorum” demiş. Fakat yetişememiş, bir meydana yayın yapmıştık değil mi?

 

SK: Konak Meydanı’nda.

 

BD: O meydana yetişememiş. Bizi ertesi gün aradı, “geldim ama program bitmişti” dedi.

 

ÖM: Hay allah!

 

BD: İzmir yakınlarında bir köyde yaşıyor, şayet kamyon olursa bu sene oraya da gitmek istiyoruz. Böyle bir dinleyici ilişkisi de geliştirdik.

 

ÖM: Halkın Sesi, klasik gibi görünen, alışılmış gibi görünen bir formata sahip, dinleyiciden telefon alınan eetkileşimli diye adlandırılan, dünyanın her tarafında da pek çok radyonun kullandığı bir format ama pek çok özelliği dolayısıyla da farklı olmayı başaran ve benzerini de pek görmediğimiz, en azından Türkiye’de pek rastlamadığımız bir program oldu. Bu gelişimi de siz de fark ediyorsunuz herhalde? Genel gelişim çizgisini nasıl değerlendiriyorsunuz, başladığınıza güne göre hangi haldesiniz?

 

SK: Çok farklı bir yerdeyiz, dinleyicimiz, tanınmışlığımız, saygınlığımız... Bu bize çok büyük bir sorumluluk yüklüyor tabii. “Daha iyi nasıl yapabiliriz bu işi?” diye konuşuyoruz. NTV’nin genel yayın politikası da tabii bunu belirliyor, Konuların seçimi olsun, devamı olsun, bunların hepsine sabah toplantılarında karar veriliyor ve biz onun üzerine gidiyoruz. O konunun Halkın Sesi’nde işlenmesi çok hazırlık gerektiriyor, en azından kendi adıma söyleyeyim, programa çıkarken, daha çok okuma ihtiyacı hissediyorum, “beş sene oldu, konuşmadığımız konu kalmadı, bilmediğimiz şey kalmadı” gibi düşünüyorsunuz ama hayır, daha çok okumak gereği hissediyorsunuz, daha çok haber okuyorsunuz, vs. Bütün bunlar programa karşı duyduğunuz sorumluluk, ve programa duyulan ilgiden kaynaklanıyor.

 

ÖM: Bugün konuştuğumuz süre içinde ortaya çıkan en önemli gözlemlerden bir tanesi de katılan dinleyicilerin kamuoyunun genel eğilimini ortaya koyduğu, ortalamayı temsil ettiği idi. Böyle bir durumda sözünü ettiğiniz sorumluluk da büsbütün artıyor. Sizin yayın kurulunu da yönlendirmeniz mümkün, “bakın insanlar şöyle diyor” diye. Peki büyük krizler olduğu zaman ne yapıyorsunuz, İsrail, Lübnan gibi?

 

BD: Lübnan-İsrail meselesinde biz bir ya da iki program yaptık şimdiye kadar, muhakkak bu konuya bir kere giriyoruz, bu kaçınılmaz. Aslında rogram başladığı zamandan bu zamana, ikinci seneden itibaren biraz kendi yolunu çizmeye başladı. Mesela yayın kurulu toplantılarına, Halkın Sesi için konu önerileri götürürüm her sabah, ikinci seneden itibaren, Halkın Sesi’nin farklılığı, kendine özgü özellikleri herkes tarafından benimsendi “ben acaba bunu konuşalım mı?” dediğimde, “tabii Halkın Sesi’nde bu mesele konuşulur” denilmeye başlandı.

 

ÖM: Yani Halkın Sesi ‘halkın sesi’ oldu yani?

 

BD: Aynen öyle.

 

ÖM: Çok ilginç. Peki geleceği nasıl görüyorsunuz? Bu nerelere doğru açılır perspektif olarak?

 

BD: Yapmak istediğimiz bir şey var, Halkın Sesi’ni bir takım sosyal sorumluluk projelerine dahil etmek istiyoruz. Şimdiye kadar dinleyici ile, halkla kurduğumuz ilişkiyi biraz daha somutlaştırmak istiyoruz, memleketin meselelerine daha fazla müdahil olabilecek şeyler yapmak istiyoruz, mesela eğitimde, sağlıkta. Bu sene Eylül’den itibaren böyle bir adım atmak istiyoruz, büyük TIR’ı da ayarlayabilirsek, o da onun bir parçası olacak. Seneye buna benzer bir ikinci program düşünüyoruz, daha kısa, 20-25 dakikalık, bir mesele üzerine yoğunlaşan, tek konuk ile 10-15 telefon konuğu alıp bitirelim, bir fikir alalım oradan devam edelim diye. Aslında, eğer  koşullarımız buna uygun olsaydı, bir radyo kurulur ve 24 saat buna benzer yayın yapabilirdi diye düşündüğüm çok oldu. Amerika’da var galiba, AM bandından yayın yapıyor. Bunun ne kadar etkili olduğunu gördüm, kamuoyu oluşturmak açısından çok etkili, dolayısıyla orada yaptıkları ilginç bir şeymiş, Halkın Sesi’ne başladıktan sonra anladım.

 

ÖM: Radyonun gücü hafife alınacak bir şey değil, hatta NY Times’dan Thomas Freedman buraya geldiğinde çok ilginç bir şey anlatmıştı. Gana’nın çok yoksul kesimlerinde, bu yerel radyoların, bir seçimde, diktatörlükten tamamen demokrasiye dönüştürmekte birinci derecede rol oynadığını anlatmıştı. Çünkü yolsuzlukları haber veriyormuş. Bu tarz etkileşimli programların önemli rolü olabiliyor.

 

BD: Mesela bizde BBC Türkçe servisinin yayınları var, VOA’nın Türkçe yayınları var, şimdi Deutsche Welle’nin Türkçe yayınları var; bu üç yayın da kendileri tarafından bize geldi. Yani onlar bize teklif etti, biz Türkçe yayınlarımızı sizin radyonuzda yayınlamak istiyoruz diye. Bu, Halkın Sesi’nin başlangıcından sonraya geliyor. Tamam NTV’nin Türkiye’nin 55 yerinde yayını var, ama Halkın Sesi bizi öyle bir noktaya taşıdı ki, o zaman onlar da gelip “evet bu yayınlar ancak sizde olur” dediler.

 

ÖM: Bir anlamda motor bir rol oynamış oldu.

 

SK: Halkın Sesi’nin bir sonraki aşaması meydanlarda forum yapmak belki de, buna hazır diye düşünüyorum, çok sesliliğin olduğu, insanların korkmadan, ürkmeden fikrini söylediği ve bunun radyodan, televizyondan, nerede olursa ama yayınlandığı, o formatın meydana taşındığı bir durum. Bence Halkın Sesi’nin bir sonrakı adımı olursa, böyle olur, olmazsa bu format radyoda geliştirilir, gider. İki hedfimiz vardı, biri meydanlardan, sokaktan yayın yapmaktı, bunu İzmir’de yaptık. Konak Meydanı’ndan yayın yaptık, benim için çok büyük bir aşamaydı. İkinci aşama bence sokaklarda forum yapmak.

 

ÖM: Çok ilginç, heyecan verici doğrusu. İkinize de çok teşekkür ederiz. Medya Konuşmaları’nda her zaman olduğu gibi bir saate daha ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Tekrar görüşmek üzere çok teşekkür ederiz.

 

(25 Temmuz 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)